Hemen fark ettiniz, değil mi? Aslında, çiçeğimin değil yüreğimin götürdüğü yere gittim. Benim için çok özel olan Tirebolu’daydım.
Tirebolu niye özel? Hadi söyleyin bakalım! Tirebolu’nun diğer Karadeniz kasabalarından ne farkı var? “Deniz” deseniz, hepsinde var; “kale” derseniz, başkalarında da var; yeşil, fındık, çay (42 No’lu olmasa da) o da var. Ama Tirebolu’nun mahalle içinde lisenin karşısında şelalesi bile var. Hala akan tarihi çeşmeleri, eski Rum evleri, Osmanlı konakları da var. “Tamam da bunların hepsinden bir çok yerde var.” diyeceksiniz.
Peki, o zaman soruyorum: Şehrin göbeğinde, kalenin önünde Karadeniz’e plajı olan var mı? Siz, düşüne durun; ben bu arada biraz yemeklerin tadına bakayım. Bu mevsimde kaldirik (hodan, ılıştıra) tadayım; en önemlisi, sarı yayla çiçeği dudiyemi koklayayım. Bir zamanlar rahmetli babamın elinden tutup yürüdüğüm sokakları, elimde dudiye bir dolaşayım.
Yanımda vali, kaymakam, belediye başkanı da vardı. Benim aklım ise sadece babamdaydı.
Dudiye, bana hep babamı ve memleketini hatırlatır. Tirebolu sokaklarında dudiye bulunca, rahmetliyi görmüş gibi oldum. Sanki çok eski zamanlardaki gibi beraber dolaştık.
“Dudiye başka Karadeniz kasabalarında da var.” diyeceksiniz.
Ama artık sözün bittiği yerdeyiz: Ben, Tirebolu’da babamı görüyorum…
Daha da bir şey diyemiyorum…